Çalışma şeklinden ve kitaplarından oldukça istifade ettiğim Prof. Dr. Franz Ruppert’in Kimlik Yönelimli Psikotravma (IOPT) konstelasyonları ile nasıl çalıştığını canlı canlı izlerken aklımdan geçen şeylerden biri şuydu, “Asla bilememe hâlinin getirdiği kabul ve anlayış, bana ne anlatıyor?”
Bu soru benim için yeni olmamakla beraber, soruya dair geliştirmeye çalıştığım anlayış hep güncel kalacak gibi gözüküyor. Bana göre, anlaması zor bir yer burası ve bir o kadar da kolay... “Bir adımda insan, nefsinin üzerine bassa, ikinci adımda Allah’ın yanındadır!” diyen bir Anadolu ereni geliyor aklıma bunu düşündükçe; işte öyle.
Diğerleriyle temasa geçtiğimizde hep aynı şey olur; her seferinde onların duygu, düşünce ve davranışlarından bağımsız olarak, zihnimizde onlara dair, onlara ait olduğunu sandığımız bir projeksiyon (izdüşüm, yansıma) oluşur. Bizler bu yansımayı görür, ona inanır ve “gerçek” kabul ederiz. Bu “gerçeklik” üzerinden hayat devam eder; evlenir, boşanır, çoğalır, meslek sahibi olur, TV başında ömür çürütür, dünyayı karavanla dolaşmaya çıkar, travmatize olur, travmalardan iyileşmek için Peru’nun derinliklerindeki tapınaklara ya da Hacc’a gider, hayır işlerine ya da terör örgütlerine katılırız.
“O iyi/kötü biri” derken onun iyiliğine/kötülüğüne dair kriterler ve etiketler bize aittir. Onun iyi/kötü kavramını çoğu zaman bilmeyiz; bildiğimizi zannetmelerimiz hariç.
Tüm bu kendi yansıtmalarımızın üzerine bir de zihinsel kurgularımızı, bilişsel çarpıtmalarımızı, diğerlerinin kelimelerine, davranışlarımıza yüklediğimiz kendi anlamlarımızı eklediğimizde ortaya bambaşka bir element çıkar, ”varsayımlarımız”.
Varsayımlarımız ne kadar çoksa zannettiklerimiz, yok saydıklarımız, var saydıklarımız, inkar ettiklerimiz o kadar artar ve elimizdeki kurguya daha çok kapılırız. Dünyayı, kendimizi ve ötekini gördüğümüz kurgu, bu saatten sonra bizim için ayrışamayacağımız kadar vazgeçilmez hâle gelir.
Özellikle erken dönem çocukluk yaşantılarımızın izleri, yaşam boyu zorlu deneyimlerle karşılaştıkça tetiklenir; şemalarımız aktif hâle geldikçe, varsayımlarımız alevlenir, varsayımlarımız otomatik düşüncelerimizi tetikler, otomatik düşünceler bedensel tepkileri…Buradaki döngü neredeyse sonsuzdur ve çoğu zaman danışanlarımızın da dediği gibi “ben bu döngüyü kırmak istiyorum” çığlığı hayat boyu en az bir kez yükselir. Bir yandan kurtulmak istedikçe, bir yandan da kendi zihin hapishanemizin sıcak ve tanıdık ortamına, gün geçtikçe daha da yerleşiriz. Öyle ya, başka türlü düşünmek için sebebimiz nedir?
Oysa döngüyü kırmak mümkün değildir. Döngü hep vardır ve olacaktır. Mümkün olan şey, döngüyü kurgulama şeklimizdir. Döngüyü yeniden kurgulamanın, ona re-set atmanın yolu ise, kendi gerçekliğinin illüzyonundan çıkıp şimdi ve burada vâr olan şeyin gerçekte ne olduğu ile ilgilenmeye başlamakla mümkün olabilir.
Ebeveynlerinin, travmalarının, resmi tarihin, siyasi ideolojinin, baskın ya da azınlık kültürün, modanın, taraftarlığın, etnisitenin, sözde inancın, herhangi bir –izm’in kurgusundan çık(a)mamış birey, kendini ve dünyayı gerçekte ne kadar görebilir?
Hatta böyle bir kurgunun dahi varlığından haberdar olmayan, “daha başka nasıl olacaktı ki” diyerek içindeki orijinal kişiyi hiç araştırmayan birey, kendini dünyayı ötekini nasıl ve ne kadar tanımlar?
Peki ya tüm o kuşandığımız, hayatımızı kolaylaştıran ve anlamlandıran şey, bir kurgudan ibaretse? Ve evet, ya hakikaten öyleyse! ve biz ona “yaşam” adını verdiysek?
Bazı soruların cevabını asla bilemeyecek olabiliriz; biz kimiz, dünya neye benziyor, öteki dediğimiz kişi kimdir… Bu açıdan, renk körü olduğunu bile bilmeyen renk körleri gibiyiz. Belki bilemeyeceğimizi bilerek sadece bu bilmeme haline, kendi renk körlüğümüze koşulsuz bir kabul ve saygı duyabiliriz; varsayım ve kurgumuzla kimseyi incitmeden.
.
Deniz Saraç
17/04/2022
Comments